Lale portreleri – 2018

Zevkli bir telaş içinde, bir oraya bir buraya lalelerin peşinden koşturma zamanı geride kaldı. Şimdi bir dolu lale fotoğrafımın arasından şanslı olanları paylaşma zamanı geldi.
Lale, tekrar İstanbul’un simgelerinden birine dönüştüğünden bu yana ayrıcalık kazandı. Adına düzenlenen festival döneminde çiçekseverler pek çok yerde değişik renk ve görünümde lalelerle doyasıya karşı karşıyalar. Lale turizminden bile söz edebiliriz. Mart ve Nisan aylarında Emirgan, Gülhane, Göztepe, Sultanahmet gibi ‘toplanma merkezleri’ coşkulu kalabalıkları çekiyorlar. ‘Lale turistleri’nin arasında işçi arılar gibi ciddiyetle çalışan fotoğrafçılar da az değil. Mobese kamera kayıtları incelenirse bu ‘görevlileri’ yüz ifadeleri ele verecektir. Ben bu yıl da görevliydim.
Kalabalıklar arasında rahat hareket edebilmek için üçayağı evde bırakıp bir tek makro merceğimle yola çıktığımdan pırıl pırıl bahçe düzenlemeleri ya da grup fotoğrafları beklemeyin benden. ‘Biraz yükseklere çıksaydın da, örneğin Sultanahmet meydanındaki dev ‘Lale Halısı’nı çekseydin’ demeyin bana. Lale portrelerim var sadece.


Portre deyince de hem birisini öne çıkarmak hem de diğerlerini dışarıda bırakmak gerekir. Kalabalıklar içinde bunu yapabilmenin yolu da geniş bir diyafram açıklığıyla – ‘bokeh’ etkisiyle- diğerlerini etkisiz hale getirerek oluyor. Bakın aşağıdaki fotoğraf neredeyse grafik bir poster gibi.


Benim sadık izleyicilerim, en çok ‘lale ve sümbül kardeşliğini’ sevdiğimi, bunların peşinden koştuğumu bilir. Onları daha fazla bekletmeyeyim. Sevdiğim bir fotoğraf geliyor …

Başrol oyuncusunun arkasında çiçek olarak değil de renk olarak ona eşlik edenlerin arasında sümbül ağırlığını hissettiriyor. Bir benzetme yapayım: bir filmde veya dizide genellikle artık yaşlanmış olan ünlü bir oyuncu yardımcı karakterlerden birini oynadığında adı ekranda adı ‘ve …’ diye ayrıca yazılır ya, işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, benim lale fotoğraflarımın çoğu ‘lale ve sümbüller’ fotoğraflarıdır.

Şimdi gözünüzü dört açın; bakın netliğini tutturamadığım bir fotoğrafı nasıl allayıp pulluyorum.


Filmlerde rüya ile gerçekliği ayırdetmek için bir takım etkilerle görüntülere ‘gerçek dışı’ bir hava katılır. Ben de kaçırdığım netliği özellikle yapmışım gibi, bu fotoğrafı Instagram’da paylaşırken laleyi rüyamda görmüşüm gibi sundum. ‘Peki pişman mısın?’ derseniz değilim. Renkler ve kompozisyon hoşuma gitti. Paylaşmam gerekiyordu, eh ‘rating’ de önemli.
Bu arada bir itirafta bulunayım Instagram’da bazı fotoğrafçıların pırıl pırıl ‘stüdyo’ çiçek portrelerini gördükçe içim gidiyor, kıskanıyorum. Ama onlaların sırrı da bu tür fotoğrafları ‘stüdyo’ ortamında çekiyor olmalarında yatıyor. Arkada, sağda solda dikkati dağıtacak bir unsur yok, uzun pozlama ile çiçeğin net çekilebilmesi de mümkün oluyor. İleride ‘stüdyo’ çekimine biraz zaman ayırmayı düşünüyorum.

Dünyanın merkezine, yani kendime dönersem; bahçede çiçekleri çekerken en önemli kozum, odaklandığım çiçeğin dışındakileri belirsizleştiren (=’bokeh’ etkisi yaratabilen) makro merceğim.


Yukarıdaki fotoğrafta fotoğrafçıların yaygın olarak kullandıkları ‘yağmur etkisi’ni görüyorsunuz. Gerçek yağmurda çekim yapmaya çalışırken makinamın arkasındaki LCD ekrana su kaçması nedeniyle karşıma çıkan ciddi faturayı düşününce bu yapmacık etki beni rahatsız etmiyor doğrusu.

‘Fotoğraf dediğin bir kayıt sonuçta, hele doğal bir manzara çekiyorsan kompozisyon üzerinde ne kadar kontrolünüz olabilir ki?’ sorusu fotoğrafçıların üzerinde kafa yormalarını gerektiren bir soru. Aklınıza hiçbir şey gelmiyorsa, veya hiç bir şeyi değiştiremiyorsanız, çekim açınızı, yüksekliğini değiştirmek, 1/3 kuralını uygulamak, yardımcı ışık kaynağı kullanmak, farklı zamanlarda çekim yapmak, yansıtıcı ve ışık perdesi kullanmak gibi araçlarınız olabilir. Aşağıdaki laleyi istediğim bir çerçeveye sokabilmek çekmek için daracık bir alanda dört döndüğümü anımsıyorum.


Seçtiğim fotoğraflar arasında değişik kompozisyonu ile beni zorlayan bir tanesi var sırada.


Başrol oyuncusu beyaz lale köşede sıkışmış gibi kaldı. Ama arka plandaki kırmızı lale ve mor sümbüllerden vazgeçmek olmazdı. Zaten fotoğrafçılığın on kuralından onuncusu ‘kuralları yık’ değil mi?

Son olarak çarpıcı kırmızı rengi ve boynunu eğişiyle adeta bir ‘karakter’ sergileyen bir lale ve yine sümbüller …

İç çekerek bir ‘lale mevsimini’ daha, tekrar kavuşuncaya kadar kapatıyorum.
Milan Kundera, ‘Ayrılık anlarını yüzüne gözüne bulaştıranlar kavuşmalardan çok şey beklememeli.’ demiş. Aman dikkatli olalım.

Bir bahar günü hikayesi – Portreler

Güneşli bir bahar günü, kendisiyle ve kamerayla barışık bir yüz, portre çekimi için biçilmiş bir mercek, arka plana renk katacak rengarenk çiçekler … Bunların bir araya geldiği bir portre çekiminin gecikmiş paylaşımını sonunda yapıyorum.

Aslında modelimin fotoğraf ile pek arası yok. Ama aldırış etmedim, o da kaderini kabullendi. 105 mm portre merceğimin, bugünlerde ‘derinlik etkisi’ olarak tanıtımı yapılan ‘bokeh’ etkisini de test etmek istediğimden daha çok yüz çekimi yaptık. Sizler fotoğrafları incelerken onun da kendini daha rahat hissetmesi için fotoğraf aralarında ben yine sizlere bir şeyler anlatıp duracağım …


Bu fotoğraftaki renklerin oluşturduğu zıtlık güzel bir dinamizm yaratmış. Fotoğraflarda hasır şapkalardan sızan güneş ışığının oluşturduğu desenleri de sevdim. Aydınlık, gülümseyen bir yüze de neşeli bir ifade katıyorlar.
Gelin görün ki insanlar bir olmuyor. Bazı ustaların fotoğrafa yeni başlayanlara verdiği öğütlerden biri de modelin gülümsetilmemesi. Yanlış okumadınız! Aksi takdirde ‘şipşak’ fotoğraf çekmiş olurmuşuz. Birkaç öğüt daha sıralıyor; ‘insanlara yaklaşın, o kişi için doğru ortamı bulun, içtenlik anını yakalamak için sabırlı olun’ diyor. Sonra tehditkar bir şekilde başa dönüyor ve ‘Gülümsüyorlarsa engel olun’ diyor.
Belli ki ben çok da aldırış etmemişim ‘gülümsememe’ yasağına. Ama bir fotoğrafın kişilik yansıtma amacı da olursa bu öğüde kulak vermeli. Örneğin Genco Erkal’ın tek bir fotoğrafını çekmek için izin alsam gülümsemesini tercih edemezdim. Onun fotoğrafında daha ciddi, yaydığı taşıdığı saygınlığı yansıtır bir ifade olmalı.
Yukarıda renklerin zıtlığına değindim. Bu fotoğrafın çekim alanından çıkmadan önce öteden beri blog yazılarımda uygun bir anda belirtmek istediğim bir konuya da değineyim : ‘renk tekerleği’. Fotoğrafçılık tekniğinde önemli bir yer tutan zıtlık iki başlıkta incelenir; tonların ve renklerin oluşturduğu zıtlıklar olarak. Renklerin zıtlık oluşturması veya birbini tamamlaması konusunda biraz bilgi sahibi olmakta yarar var. Sanki toplum olarak çok farkında değilmişiz gibime geliyor. Internet ortamında rahatlıkla erişebileceğimiz pek çok referans var. Eğitim şart!

Çekim akışı içinde modelimde değişik yüz ifadeleri yakalamaya da çalıştım. Bir şarkıdaki gibi ‘korkunç öyküler’ anlattım ona. Düşünceli anları da oldu sonuçta.


Tam burada portre fotoğrafçılığının önemli bir kuralına yer vermeliyim: ‘Gözler yüzün en önemli ögeleri. Onları mutlaka kullanın ve ışıkla doldurun. Bu kuralı ihlal edip, modelinizin gözlerini saklarsanız, ya da suçu modele atıp, onun bakışlarını kaçırdığını söylerseniz modelinizin yüz ifadesi bu eksikliği telafi edebilmeli.’
Gözlerin dışında yüz ifadesi de ‘vücut dilimizi’ konuşan önemli bir unsur. National Geographic dergisi daha da ileri gitmiş, 2015 yılında ‘Yüzü olmayan portreler’ adıyla bir proje oluşturup, fotoğrafçıları katılmaya davet etmiş. Projenin tanıtım yazısında yüz olmayınca izleyicinin kendisini sahneye katabildiği, yorum getirebildiği, fotoğraftaki gizemin izleyiciyi fotoğrafı daha dikkatle, daha çok zaman ayırarak incelemeye yönlendirdiği belirtilmiş. İlginç bir proje olmuş.
Projeye gönderilen fotoğrafları incelemeniz için bağlantıyı veriyorum.
http://yourshot.nationalgeographic.com/stories/faceless-portrait/

Bu türden kısıtlamaların yaratıcılığı hareket geçirdiği ileri sürülüyor. Beğendiğim sanatçı Orson Welles kısıtlama olmamasının sanatın düşmanı olduğunu söylemiş. Yani ona göre kısıtlamalar sanatçıya iyi geliyor.

Modelimizi çok yalnız bırakmayalım isterseniz.


Portre fotoğrafında model bize bakmıyorsa nereye baktığı merak uyandırabilir. Bu yüzden genellikle bakışların takip edilebilmesi için ‘açık alan’ bırakılır. Bu fotoğrafta bu açıklık yok. Jüri puanımızı kıracak. Gözlerde ışık var, modelin saçlarına yansıyan bir buğulanma var. Neyse, buralarda puan kaybetmem.
Portre fotoğrafında aranan temel özelliklerden biri olarak ‘kişilik yansıtma’ da yok. Bir hikayenin parçası bu kare. Bir bahar günü, görünüşe göre keyifli bir havada geçen bu hikaye ile ilgili çok fazla ipucu yok elimizde. Hah işte, bir kare daha geliyor.


Bu fotoğrafın önünde biraz duralım. Gözlere dikkat edelim. Manzara fotoğraflarında fotoğrafın tamamının pırıl pırıl bir netlikte olması istenirken portre fotoğrafında neden modelin sadece gözlerinin -hatta bazan tek gözünün- net olması gözümüze hoş gelebiliyor?
Modelin sol gözü neredeyse pırıl pırıl iken sağ gözün buğulanması -sis arkasında kalması- bence öğrenilmesi gereken bir güzellik. ‘Klasik müziği dinleye dinleye zevk almaya başlamak gibi’ desem hem fotoğrafçılardan hem de müzikseverlerden itiraz gelebilir. Ama bence öyle.
Yukarıdaki fotoğraf portre merceğimle çektiğim fotoğraflar içinde ‘buğulu, sisli’ olarak ifade edeceğim bu etkiyi gösteren güzel bir örnek. Son model akıllı telefonlarda ‘derinlik etkisi’ olarak tanımlanan bu özelliği, kaynak dilindeki terimi ile ifade etmek özentimizle –ya da tembelliğimizle- ‘boke’ etkisi olarak duymuş olabilirsiniz. Japonca kökenli ‘bokeh’ sözcüğü korunarak ifade edilen ‘boke etkisi’ni teknik olarak açıklamak zor değil: fotoğrafta netliğin seçilen bir odak noktası ile sınırlandılıp bu noktanın ön ve arkasında netliğin kaybolması.
Bu netlik kaybı ile ‘bir hal değişimi’ne tanık oluyoruz. Fotoğraf özellikle arka planda sulu boyaya dönüşüyor. Renk tonları da güzel. Bu paylaşımımın yıldızı bu fotoğraf oldu bence.

Sıradaki fotoğrafın da çok aşağı kalır tarafı yok.


Bu fotoğrafta modelimize ‘şen, şakrak bir ünlü’ havası yakıştırdım biraz. Ama neşesinde bizi yanına çağıran bir albeni var. Taşların arasından fışkırmış çiçeklerin morlu-yeşilli tonu da arka planı hareketlendirmiş. Bir bahar günü neşesi …

Bir bahar günü hikayesinin böylece sonuna geliyoruz. Modelimiz şapkasını çıkarıp kenara koydu, rahatladı.

Teşekkür edip ayrılıyoruz.

Manisa lalesi tabloları

Bana sorarsanız ilkbaharın müjdecilerinden biri de Manisa lalesidir. İlk tanıştıklarım mor renkte olanlarıydı ama zamanla kırmızı çiçekler farklı renk tonlarıyla öne çıktılar. Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesinde sergiye alınan bir avuç çiçeği fotoğraf olarak eve götürebiliyorum ya kendimi çok şanslı hissediyorum. Onları bir şekilde korumaya aldığımı –onları yaşattığımı- düşünmek de hoşuma gidiyor.
Çektiğim fotoğraflardan –hele kaçırdığımı hissettiğim pozlardan- birşeyler öğrenerek devam ediyorum. Henüz birkaç gün önce çektiğim bir dizi Manisa lalesi fotoğrafını bir an önce paylaşmak istedim. Oysa sırada paylaşılmayı bekleyen epeyce de fotoğrafım vardı.

Hemen başlamak istiyorum. Peşinen söyliyeyim ki bloğumun başlığını rastgele seçmedim.

Bu bloğum için ‘Manisa Lalesi Tabloları’ başlığını, fotoğrafların çoğunda, başroldeki çiçeği saymazsak fotoğraftan çok suluboya resim, tablo havası olduğu için seçtim. Japonca aslından gelen ‘Bokeh’ terimi ile ifade edilen bu etki, odaklandığım çiçeğin ön ve arkasında ‘buzlu cam’ görüntüsü oluşturuyor. Renkler kaynaşıyor, renk kabarcıkları beliriyor. Mercek ve diyafram açıklığının sağladığı böyle bir ayrıcalığım olunca bana kompozisyon için kafa yormak ve farklı çekim açıları aramak kalıyor.
Göze görünenden çok değişik bir görüntü yakalamak fotoğrafa özgünlük kazandırdığı kadar izleyeni de algılama, yorumlama, yakıştırma bakımından serbest bırakıyor.

Gözalıcı bir dolu çiçeğin yanısıra topu topu iki saksıda sergilenen Manisa Lalelerine doyamıyorum. Aynı çiçeklere değişik açılardan yaklaşıyorum. Arka plandaki renklerin, tonların dönüşüme uğradığını görüyorum. Keyfim yerinde.
Sıradaki fotoğrafta makro merceğim fotoğraf karesini tek bir çiçeğin doldurabileceği kadar yaklaşmama izin veriyor. Sonuç bence güzel – ‘hatta çok güzel’ diyesim var ama tutuyorum kendimi – bir yere kadar …

Arka fondaki mor renklerini veren çiçek de rüzgarın etkisiyle hareketlenince Manisa lalemiz adeta atlıkarıncaya binmiş. Merkezkaç kuvvetinin etkisi bile görülüyor! Ben de atlıkarıncanın üzerinde olduğumdan çiçek duruyor çevredekiler ise dönüyor gibi …
‘Bir ya da iki saksıdaki bir avuç çiçeğin kaç değişik pozunu yakalayabilirsin ki?’ diye düşünmeyin hiç. Aşağıdaki fotoğraf beni daha iyi anlamanızı sağlayacak. Aynı yerdeyim, aynı çiçeği çekiyorum. Ama ayaklarımın ucunda biraz yükseliyorum, çiçeğimin ortasındaki siyah tohumlar daha göz dolduruyor, az önceki mor renk yoğunluğuna yeşil de katılıyor. Az da olsa fark var işte. Kıyamıyorum, bu fotoğrafı da paylaşmam gerekiyor.

Daha kalabalık bir gruba odaklanıyorum. Diyaframı sonuna kadar açıp çekiyorum. Ekranda beliren görüntü nefesimi kesiyor.

Sevinçten ağzım kulaklarıma varıyor. Daha iyi bir kompozisyon oluşturmak için biraz daha geri çekiliyorum. Solda ve aşağıda biraz daha alan yaratmam gerekiyor.

Yukarıdaki fotoğrafın kompozisyonu daha da iyi oldu. Renk tonlarında gizli simgeler de bulabilirsiniz. Bakın yardımcı olayım: sol tarafta yanık, kararmaya yüz tutmuş gönüller var. Hayal meyal hatırlanıyorlar. Unutmak istemişiz, silinmeye yüz tutmuşlar. Simsiyah dumanlar gökyüzünü kaplamış. Kırmızı ve siyah … Stendhal … Durun, daha bitirmedim. Arka plandaki çiçek öbeğinin moruna ne demeli. Mor; zenginliğin, soyluluğun, lüks ve zarafetin rengi. Mor, ruhsal dünyası geniş olanlara da hitap eden bir renkmiş.

Ben burada fotoğrafların görselliklerine bazı anlamlar yüklemeye çalışıyorum. Ünlü ressam Edgar Degas “Sanat senin gördüğün şey değil, başkalarına gösterdiğin şeydir” demiş. Ben ise fotoğrafın dışına çıkıp fotoğrafa yakıştırdığım şeyleri yazıyla aktarıyorum. Aslında zaman zaman bazı fotoğrafları müzik eşliğinde bile paylaşmak istediğim oluyor. Neyse, bu apayrı bir yazı konusu, erteleyelim.

Bazı dostlarım blog yazılarımda fotoğrafların arasına serpiştirdiğim bu gibi uçuk anlatılarıma taktılar, benimle dalga geçiyorlar. Ormancıların, orman yangınlarının ilerlemesini önlemek için kontrollü olarak bazı bölgeleri ateşe vermeleri gibi ben de kendimle dalga geçip o dalgacı dostlarımın önlerini birazcık olsun kesmeye çalışayım.

‘Gaddar bir eleştirmen’ karakteri yaratıp hayali bir gerilim oluşturayım diyorum. Sıkı durun …
Çağrışımlara kapılıp fotoğrafların yanısıra birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama çok da iyi biliyorum ki içinizden biri –o kendisini çok iyi biliyor- hemen yorum yazacak :” Kendince fotoğrafların altına –bonus olarak herhalde!- yazıp duruyorsun. Renklerin dili, simgeler vs vs. Çiçekleri bir konuşturmadığın kaldı. Rahat versen de fotoğraflara bakabilsek. Güzellik bakan gözlerdedir.”
O arkadaş gerçekten öyle bir yorum yazarsa umarım yorumunun altına bir de ‘selfie’sini iliştirir. İnsanlar da onun gözlerindeki haset ve çekemezliği görüp notlarını verirler. Son hamleyle ‘Haset bakan gözlerdedir’ derse de sakın şaşırmayın.

Uydurma gerilimi terkedip huzur çağrıştırmasını umduğum iki fotoğrafıma geçiyorum.

Şimdi de diğer çiçeğe odaklanalım

Gerek çekerken gerekse de büyük ekran başında tarama ve seçme yaparken büyük keyif aldığım Manisa laleleri fotoğraflarından –tablolarından- hoşlananlar olmasını çok arzu ediyorum.
Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesindeki dostlarıma da sonsuz teşekkürler …

Martılar – Ses ve Öfke

Sıra dışı birkaç martı fotoğrafını paylaşmak istiyorum. Fotoğrafların ortak yanları martıların çığlık atıyor olmaları. ‘Ses ve Öfke’ başlığı da buradan geliyor.
‘Ülke nüfusu’ büyüklüğüne erişmiş İstanbul’da doğal yaşamdan ne kadar söz edebiliriz ki. Martılar da insanlara –insan artıklarına- bağımlı bir şekilde, deniz kıyısından iç mahallelere kadar kaymış durumdalar. Böyle olunca martı çığlıklarından hazzetmeyenler de az değil. Ama şu bir avuç fotoğraftaki martı çığlıklarını isteseniz de duyamazsınız – ses ayarları ile oynamaya gerek yok yani. Sırf hangi takımı tuttuğum belli olsun diye belirteyim ki ben martı çığlıklarını dinlemeyi severim.

Çığlık fotoğrafları zaman içinde birikti. ‘Bugün martıları çığlık atarken çekeceğim’ diyerek evden çıkamıyorsunuz. Ne zaman çığlık atacaklarına martıların kendileri karar verdiklerinden şanslı gününüzde olmalısınız. Hele, birazdan göreceğiniz gibi, aynı martıyı iki ayrı etkileyici pozda yakalayabilirseniz günü kurtarmış sayın kendinizi.

Fotoğrafın çekildiği anın öncesi ve sonrasını izleyicinin yorumuna bırakması fotoğrafı filmden ayıran önemli bir unsur. Martının çığlık atması güç gösterisi midir, korunma refleksi midir, eskiden kalan bir hesabı kapatma noktasında bir dışavurum mudur bilemiyorum.

Aşağıdaki fotoğrafa bakalım; “vapurdakiler birşeyler söylediler, hayvan çok öfkelendi” desem. “Evet yaa, belli oluyor” diyebilirsiniz. Görüntünün kenarında üst güvertede asılı bayrak gözüküyor. Animasyon filmi olsa ‘bayrağı korumak’ motifi bile düşünülebilir. Güneş ışığının martının gözlerinde ışıması, kanatların duruşu, ayaklarda gözlenen gerginlik fotoğrafı güzel kılıyor. Bence.

Sırada güneşi sırtından almış çok değişik bir pozdaki martı var. Balıklar martının gölgesine bakıp kartal falan sanacaklar.

Arka planda deniz yerine gökyüzü olmasını tercih ederdim. Ama özgünlüğü nedeniyle saklamak isteyeceğim bir fotoğraf yine de.

Sıradaki fotoğraf çerçeve içine sıkışmış da olsa martının çığlığını etkileyici bir şekilde yakalamış.

Aşağıdaki fotoğrafı da beğeniyorum. Çığık da var, öğleden sonra güneşi de, arka planda adeta eden dans eden bir başka martı da. Sanat eseri gibi.

Şimdi … Fotoğraf bir kayıttan ibaretse fotoğrafçı sanatçı olarak görülebilir mi? Çoğu eleştirmen bu soruya olumsuz yanıt veriyor. Yine de sanatçıların devam ettiği bir kahveye (güncel adı kullanmak içimden gelmedi) gidip bu soruyu ortaya atın bakalım. Sıkı bir tartışma çıkarırsınız. Kişisel görüşüm şu ki, tasarımı, yakaladığı anın verdiği izlenimi ile sanat eseri sınıfına girecek pek çok fotoğraf var.

Sanattan söz açmışken; ‘Ses ve öfke’ William Faulkner’in yoklukları yaşayan bir Amarikan ailesini, çağına göre alışılagelenin dışında bir kurgulama ve anlatım biçimiyle anlattığı ünlü romanının adı. O da Shakespeare’in Macbeth oyununda Macbeth’den duyduklarından esinlenmiş: “Hayat, bir budalanın anlattığı, kayda değer hiçbir şey belirtmeyen ses ve öfke dolu bir öyküdür.” Sayısalcı çağda, günümüzün ifadesiyle: Hayat = Sıfıra sıfır elde var sıfır!

Çığlık atan öfkeli martılara dönersek, kapanışı iki güzel fotoğrafla yapmak istiyorum. Fotoğrafları akşam büyük ekranda gördüğümde çocuk gibi sevinmiştim. Bu fotoğraflar, tek başlarına, paylaşılmayı hakkediyor diye düşündüm. Diğerleri de katılınca bu seçki oluştu.

Kapanış için “Yok mu güzel bir özdeyiş, bir şiir, bir dilek?” diye aranıyorum. Emerson’dan sevdiğim bir deyiş çağrıma kulak veriyor: “Esaslı bir öfke insanın güçlerini seferber eder.”

Neşeli çığlıklar, hayırlara vesile olacak öfkeler dilerim.

Çiğdem der ki, … yiğit başına belayım

Çiğdem şiirinin ilk dörtlüğünde Aşık Veysel çiğdem çiçeğini konuşturur:
Çiğdem der ki ben elayım
Yiğit başına belayım
Hepisinden ben alayım
Benden ala çiçek var mı

Yılın ilk gününde fotoğrafseverlere bir demet çiçek sunmak istedim. Çiğdemden ala çiçek var mı?
Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesinde birkaç küme çiğdemin içinden görüntülemek için seçim yaparken, çerçeveyi oluştururken ter döktüğümü hatırlıyorum.

İlk sırada ‘derinlik etkili’ bir çiçek var. Diğerlerinin yanında öne çıkmış. Çiçekleri doğal ortamda çekerken aralarından birilerini öne çıkarmak benim için tercihten de öte. ‘Böyle olmalı’ diye düşünüyorum.

Sırada benzeşen iki adet çiğdem portresi var. İsterseniz arka planda sarılı yeşilli tonlardan oluşan yağlı boya bir pano olduğunu varsayın. İsterseniz bir kargaşa, bir fırtına, bir savrulma olmuş olsun. Bu çiğdemler de birer güzelin özgüvenli duruşunu sergiliyor olsunlar. Yiğit başına bela olsunlar.

İki çiğdem arasında seçim yapmakta zorlandım. Benzeşseler de birisini geride bırakmaya kıyamıyorum.

Sırada biraz karartma uyguladığım bir fotoğraf var. Çarpıcı, zıtlık içeren, isyankar bir havası var.

Bu fotoğrafı da sevdim. Kurgulanmış bir stüdyo fotoğrafı gibi oldu. Arka fonu karartınca çiğdem ışık saçmaya başladı sanki. Yorumlamak gerekirse; karanlığı ve aydınlığı, umudu çağrıştırıyorsa bana uyar!

Aşık Veysel’in torununa Çiğdem adının verilmesinde bu çiçeğe duyduğu sevgi etkili olmuş olmalı. Onun şiirinin çağrışımına daha uygun, coşkulu bir fotoğraf ile kapanışı yapayım. Benim tarzım olarak gördüğüm, izlenimci (empresyonist) bir hava taşıyan bir grup portresi bu.

Fotoğrafın büyük bölümü sulu boya havasında. Çok net değil gibi. Ama ‘defolu bir ürün’ derseniz üzülürüm. Çünkü bu fotoğrafı böyle çekmek için az uğraşmadım. Rica etsem, şöyle düşünebilseniz : ‘Kıpırdaşmayın, çekiyorum’ dediğim halde söz geçirememişim! Keratalar kutlama havasına girip biraz dağıtmış olsunlar kendilerini.

Tüm fotoğrafseverlere mutlu, aydınlık, coşkulu, ışıltılı bir yeni yıl dilerim.

Kuğuların sessizliği

Atatürk Arboretumundaki birkaç kuğu ziyaretçilerin gözdeleri. Kuğular kıyıya, özellikle de iskeleye yaklaştıklarında ziyaretçiler hemen pozisyon alıp onları çekmeye çalışıyorlar. Geri kalır mıyım! Sonunda, gel zaman git zaman, ‘artık bir dizi kuğu fotoğrafı yayınlayabilirim’ noktasına geldim.

Blog yazımı hazırlarken kuğuların bir cinsinin de Sessiz Kuğu olarak adlandırıldığını öğrendim. Aşağıda da göreceksiniz; kuğulara bazı karakter özellikleri de yakıştırılmış, ben de kendimce katkıda bulundum. Bu arada da Blogumun başlığı belirlenmiş oldu : Kuğuların Sessizliği

Kuğumuz hep beyaz, arka fondaki suyun rengi ise havanın durumuna, günün saatine göre değişiyor. Sudaki yansımalar da bazı fotoğraflarda öne çıkıyor.

Bakın bir sonraki fotoğrafta hafifçe dalgalanan göletin suyu nasıl akşam üzeri renklerini yansıtıyor.

Sıradaki fotoğrafı yansımaların tonu ve canlılığı yüzünden sevdim ve kendimi takdir ettim!

Kuğular biçimleri ve kendilerine yakıştırılan ‘karakter’ özellikleriyle sanat dünyasında yer edinmişler. Beyaz kuğuların masumiyet ve zarafeti temsil ettiklerini hayal edebiliriz. Siyah kuğunun ise hilebazlığı ve şehveti temsil ettiğini düşünenler olabilir. Ama eminim gölette siyah bir kuğu olsaydı başrolü çalardı. Beğenenlerin neredeyse hepsi de hilebaz ve şehvetli sıfatlarına itiraz ederlerdi.

Başka başka … Çaykovski’nin Kuğu Gölü bale müziğini ben pek severim. Sanat yapıtlarının değerlendirilmesi de ilginç. İlk sahnelendiğinde başarılı bulunmamış, Oyun listesinden (repertuvar) çıkarılmış. Günümüzde ise en çok sergilenen bale yapıtı konumunda. Hadi bakalım!

Atatürk Arboretumuna, göletin kıyısına dönersek, bizi sonbahar tonlarındaki yansımalar içinde bekleyen bir kuğu var. Bu da sevdiğim fotoğraflardan bir diğeri.

Ardından yoğun yansımalar dolu bir başka fotoğraf var.

Yukarıdaki kuğunun bilge bir duruşu olduğunu bir tek ben mi farkediyorum acaba? Dile gelse sözünü dinletecek gibime geliyor.

Sahneye aydınlıktan karanlığa doğru süzülen bir kuğu geliyor. Ya da öyle demeyelim, tadımız kaçmasın. Gündüzden geceye doğru süzülüyor olsun.

Yukarıda bir yerde kuğulara yakıştırılan karakter özelliklerinden bahsettim. Sıkı durun sıra bende. Sırf oluşan ilginç gölgesi nedeniyle güzelim bir kuğuya bipolar bozukluk yakıştırılabilir mi hiç?

Ya da, sahne ışığını andıran bir ışık yakaladı diye, hüzün yakıştırılır mı bir kuğuya?

Böylece kuğu fotoğraflarımın neredeyse sonuna geldik. Son sırada hoş bir fotoğrafım daha var. Bir yansıma fotoğrafı.

Bu fotoğrafa da bir öykü yakıştıralım. Kuğumuz, nedeni bilinmez, bir ağaca küsmüş. Onun yansımasını silerek öcünü almaya kalkmış. Duruşunda da öyle bir ‘yaptım işte’ ifadesi var gibi. Kuğu geçip gittikten sonrak yeni bir fotoğraf çekip, ağaca bir şey olmadığını göstersem keyfi kaçacak. Üstelik kuğu olmayınca da o fotoğrafı buraya koyamam …

Kelebeğin ömrü

Dün çok güzel bir şey oldu. Botanik Bahçesinde nilüfer havuzuna göz attıktan sonra çiğdemlere doğru yavaş yavaş yürürken yolum kesildi. Yani adeta kesildi! Bana sorarsanız papatyaya benzettiğim bir öbek çiçeğin üzeri adeta kaynıyordu, arı ve kelebeklerle …
Benim derdim kelebeklerle. Çocukların kelebekleri yakalamaya çalıştıkları gibi ben de onların fotoğraflarını çekmeye çalışırım. Sürekli olarak kelebeklerin kısacık ömürlerinden söz edilir. Ama bu güzelliklere hüzünle değil de coşkuyla bakmak istiyorum.
Sanıyorum onları kaçırmadan fotoğraflarını çekmeyi de beceriyorum artık. Arılar çiçek özlerini kelebeklerle paylaşmayı sevmiyorlar, önlerine çıktıkça kovalıyorlar kelebekleri. Kelebeği çiçeğin üzerinde sakin bir durumda yakalamak için sabırlı olmak gerekiyor.

Benzetme, mecaz, metafor … Ufak anlam farklılıkları olabilir. Neyse ben eş anlamlı olarak kullanıyorum. Bayılıyorum onlara. Hem yeni çağrışımlar sunuyorlar hem de şiirsel bir hava katıyorlar.
Örneğin, Louis de Bernières’in Kanatsız Kuşlar adlı romanından bir alıntı aktarmak istiyorum. Çömlekçi, ve köyün filozofu, İskender’den geliyor : ‘İnsan kanatları olmayan bir kuştur. Ve kuş da kederi olmayan bir insan.’

Kelebekler için neler söylenmiş? Biraz araştırıyorum. Şunlara ne dersiniz?
‘Kelebek uçan bir çiçektir. Çiçek ise bağlanmış bir kelebek.’
Ponce Denis Ecouchard Lebrun

‘Mutluluk bir kelebektir, peşinden koştuğunuzda, elinizden kaçar, ama usulca oturduğunuzda üstünüze konabilir. ‘
Nathaniel Hawthorne

‘Bir şairin çayırda bir kelebeğin peşinden koşuşturmasını izledim. Sonra ağını bir çocuğun kitap okuduğu bir sıranın üzerine koydu. Yazık ki çoğunlukla kişiler yer değiştiriyor.’
Karl Kraus

Bahçeye, kelebeklere dönüyorum.

Bir tür kelebeğin gözlerinin iriliğine bayılıyorum. Onun çiçeğin üzerinde danseder gibi yavaş yavaş dönmesine göre ayarlıyorum kendimi. Dikkat ederseniz bir sağa bir sola doğru bakarken çekiyorum.

Bir an geliyor, iyice göz gözeyiz …

Bir de üstten çekilmiş bir kelebek fotoğrafına bakalım. Sanki kanatları incecik bir kürkle kaplı …


Kelebekler yer değiştirdikçe makina ayarlarım da değişiyor. Çoğu zaman da otomatik ayar yerine kendim ayarlıyorum. Yer değiştirince de ayarlar şaşıyor tabii.
Bazan aydınlık bazan da koyu tonlar yakalamışım. Olsun.

Son olarak da iri gözlü kelebeğe bir daha bakalım …

Bu kelebeği ölümsüzleştirmek istiyorum desem iddialı olur, gönlümde yaşasın istiyorum.

Çiçek Takvimi – Aylardan Gelincik

Nazım Hikmet’in Dünya şiirine öykünüp, ‘güz’ yerine ‘yaz’ yerleştirip mırıldanıyorum

Yaz gelmiş, oysa ki gönül

      yaza giresi değil  …

İlkbaharın coşkusu ile Bahçeye gecikmeli de olsa koşturuyorum. Ama haberler kötü.

Bahçede, zamanını nasılsa kaçırdığım gelinciklerin yerlerdeki yapraklarına pişmanlıkla bakakalıyorum. Sonra bir umutla ‘geride kalanlar var mı’ diyerek bakınıyorum. Buluyorum da. Ama bu bloğumun konusu onlar değil.

Yetişemediğim gelincikler nedeniyle boğazım düğümlendi ya bir şeyler yapmam gerekiyor. Sonunda devrim niteliğinde bir karar alıyorum: Çiçek Takvimi’ne geçmeliyim. Çiğdemler, laleler, gelincikler, papatyalar, yıldız çiçekleri aklımdan çıkmamalı. Zaman dilimlerini onların adlarıyla anarsam bir daha böyle bir şey yaşamam. Kararımı duyurduğumda evde saygılı bir sessizlik oluşuyor. ‘Çifte takvim kullanımı elbette bir uyum süreci gerektirecek ama uzun vadede doğrusu bu’ diyerek açıklıyorum…

Aile meclisimiz toplanıyor ve gelincik fotoğrafı çekmek için Bozcaada’ya gitmeye karar veriyoruz. İşte bu, bloğumun çıkış noktası : Bozcaada gelincikleri. Not alıyorum : aylardan Gelincik!

Daha Bozcaada’ya varmadan yol kenarındaki gelincikler bizi durduruyorlar.

Makro merceğim varolsun, benimkisi çiçek portresi çekmek zaten. Tek tek süzüyorum gelincikleri.

Gelinciklerin yaprakları esen rüzgarla birlikte tül perde gibi açılıp kapanıyorlar. Daha önceki bir yazımda gelinciklerin dalgalanmasını İspanyol çingenelerinin dansına benzetmiştim. Bir zamanlar not almıştım: ‘bir konu hakkında uzun boylu konuştuğunda kendinle çelişmeye başlarsın’. Düşündüren bir söz. Ama sorun yok – öyle de güzel, böyle de güzel.

Genel havayı yansıtmak için bir de grup çekimi yapalım.

Buğulu fotoğrafları sevenler için bir tane daha …

Yeşile hasret kalan kent insanları için daha da geri çekilelim. Yeşil görelim biraz yeşil! Rüzgarın püfür püfür de esmesi de caba …

Gelinciklere fotoğraf makinasıyla iyice yaklaşabilmem gerçekten bir ayrıcalık. En çok da –kişisel portre- havasındakileri tercih ediyorum. Biraz yaklaşalım bakalım bu güzelim çiçeklere. Görüyorum ki gelincikleri seven başkaları da var.

Çocuklar bu tür fotoğraflara bayılıyorlar. Geçen yıl, Doğa Şenliğinde, slayd gösterimi izleyen çocuklardan, çiçeklere konan arıları, kelebekleri, nilüferlerin yanıbaşında çöreklenmiş kurbağaları gördüklerinde heyecanlı ve keyifli iç çekme sesleri geliyordu. Çok hoştu. Yaşamak gerek.

Sıradaki fotoğraflara bakarsak daha adaya varmış değiliz, yolda kaldık resmen! Pürtelaş fotoğraf çekiyorum.

Sırada rüzgarın etkisiyle bize değişik bir poz sunan bir gelincik var. Büyük ekranda, içte kalan taç yapraklarını istiridye kabuğuna benzetiyorum. İçinde de hazineleri saklı: gelecek nesilleri…

Bu tarz fotoğrafların akıllı telefonla çekilen çoğunluktaki fotoğraflara kıyasla ezber bozan bir havası oluyor, farkındayım. Arka plandaki netlik kaybını herkes benimsemeyebiliyor. Klasik müzik gibi biraz alışkanlık gerektiriyor belki de. Ama emin olun bu gibi durumlarda çoğu kez netlik ile estetik ters orantılı. Herşey pırıl pırıl net çıksa bazı unsurlar gözünüze –resmen- batacaklar. Bu gibi durumda diyaframı tam açarak arka fonu bir renk karışımı olarak gösterebiliyorum –bunu suluboya ile boyamaya benzettiğimi sadık takipçilerim biliyor.

Zaman zaman temizlik de yapıyorum; renk uyumunu bozacak kuru yaprakları ayıklıyorum, , diğer çiçekleri biraz sağa ya da sola doğru hareket ettiriyorum. Hatta sol elimle kareye girmesini istemediğim bir diğer çiçeği tutarken ağır makinamı, zorlanarak da olsa, tek elle tutup çekim yaptığım oluyor. Tabii böyle cambazlık yaparken, titremeyi engellemek için çekim hızını arttırmak bunun için de ISO ayarını yükseltmek gerekiyor.

Daha önceki gün çiçeklere dokunduğumu gören bir güvenlik görevlisi çiçeklere zarar vermemi önlemek için yanıma yaklaştı, usulca dokunduğumu görünce öylece izledi. Sonra da sorusunu yöneltti. ‘Fotoğraf çekmek bu kadar zor mu be abi?’.

Benim tarzımla ilgili açıklamaya geri dönersem; bedelsiz kazanç olmadığı için arka fonu kurtarayım derken esas ilgi merkezimin –gelinciğin- netliğinden taviz vermem gerekiyor. Bu arada bir şeyler de kayboluyor. Füsun Akatlı’nın, ilk okuduğumda elektriklendiğim, şiirsel anlatımı kopup geliyor bir yerlerden; ‘Bir düzeyden alıp başka bir düzeye taşımaktır. Bu taşıma sırasında, taşınanın üzerindeki çiçek tozları, yongalar, can serpintileri, ince ışınlar dökülür gider.’ Ben de netlikten fedakarlık yaparken çiçek tozlarını, ince ışınları tutmaya çalışsam da incecik yapraklardaki muhteşem detaylar siliniyor.

Geriye kalanlarla yetinmem gerekiyor. Zaten son zamanlarda ‘bu da benim tarzım, bu benim imzam’ diyerek çıkıyorum işin içinden.

Sırada tarzımı belli eden, çok da hoşuma giden iki fotoğraf var.

Turuncu tonları da yakışıyor değil mi gelinciklere? Arka plandaki dalgalı yeşil tonları da yakışmış haspaya!

Şimdi de mor çiçeklerin arasında kendine güzel bir yer beğenmiş bir gelincik geliyor.

Kendine gelincikler arasında güzel bir yer beğenmiş bir Gelincik’e de sevgiyle yer açalım …

Daha paylaşmak istediğim epeyce gelincik fotoğrafım var. Ama bir defada pek çok fotoğraf paylaşmak da olmaz. Nietzsche’ye göre ‘sahip olduklarımız, genel olarak, çoğaldıkça azalırlarmış.’ Belki de bu deyişin hemen ardından şuna da yer vermek iyi bir fikir olabilir: Büyük bir servet edindiği söylenen kişi için bir bilge ‘Peki o serveti harcayabileceği günleri de edinmiş mi?’ diye sormuş.

Bir dolu fotoğrafım var da, peki sizin o kadar zamanınız var mı?                            

Gelinciklere devam etmemiz gerekiyor çünkü çekimler sürüyor ve görmenizi arzu ettiklerim var.

Manisa Lalesi – Ateşle oynama!

Birkaç gündür bir avuç kırmızı Manisa lalesinin etrafında pervane kesildim. Uyarılar da yok değil: ‘Kırmızı, küçük dozlarda kullanılmalı. Tehlikeli bir renktir kırmızı – aşk, tutku, günah…’ Özetle ‘Ateşle oynama!’ diyorlar. Dinler miyim.

Paylaşmak istediğim fotoğrafların bazıları grubun içinden bir tane Manisa Lalesine odaklanıp diğerlerini hayal meyal gösteriyor, diğerleri ise çiçek portreleri gibiler. Portre derken, elinize alıp buluşma yerine gittiğinizde çiçeği hemen tanıyıvermeyi ummayın. Gözler için değil de gönüller için bir portre işte. ‘Yine başladın, sen kenara çekil de fotoğraflara bakalım’ diyorsunuz değil mi!

Sol alt köşedeki netlik olmasa ‘Olmamış!’ derdiniz. Ön planda Manisa lalesini bize tanıtan bir çiçek, arka planda ise daha çok bir suluboya çalışması.

İkinci fotoğrafta, merceğimi az önce arka planda gördüğümüz Manisa Lalesine yaklaştırıyorum. Taç yapraklarda detay aramayın, onlar tutuşmış yanıyorlar…

Bu fotoğrafta da siyah döllenme tozluklarının netliği fotoğrafı gaddar kritiklerin pençelerinden kurtaracak. Gerisi hikaye … Örneğin bir yangının hikayesi … Behçet Necatigil’in Akşam şiirini okuyalım.

Birden hatırlarsın,

O da seni – – birden bazan:

Nerde, ne yapar şimdi

Parlar bir özlem anılar arasından.

 

Bu akşam ne garip sözcük

Sanki ilk duydum, yadırgıyorum:

Akşam. Bilmem bulur muyum

Yollara baksam?

 

Söner yangın birazdan

Yatışır özlem.

Bir gün karşılaşırız

Bir gün, bir yarım akşam.

Günün saatine, ışığın yönüne göre renkler değişiyor. Çok güzel bir şey bu – aynı çiçek günün farklı bir saatinde başka bir çiçek oluveriyor. Ünlü izlenimci ressam Claude Monet’nin havanın değişimiyle birlikte konusunun, desenin de değişmesi nedeniyle başladığı bir resmi tamamlayamamaktan yakındığını okudum. Ressamın yakındığı bir olay fotoğrafçı için fırsatlar yaratıyor… Dahası, birkaç gün içinde çiçekler büyüyor, kiminin yaprakları dökülüyor, farklı fotoğraflar çıkıyor ortaya.

Aynı grubun içinden yeni serpilmekte olan iki tanesine yaklaşıyorum. Tüylü taçyapraklarında hoş bir pembelik. Geri kalan herşey hayal meyal. Dile gelse konuşsa ‘Kendimi tanıyamıyorum’ diyecek. Suya atlamışlar da su sıçratıyorlar gibi. Göcek’teki tekne turunda içimize çektiğimiz renkler bunlar…

Sırada bir ikili daha var. Renkler pembeye çalıyor. ‘Bulayım öğreneyim şu rengi’ diyorum.

Yirmiye yakın kırmızı renginin kodlandığı bir liste buluyorum. Ama ‘Budur!’ diyemiyorum.

Üç tane de portre var. İlk sırada hafif boynunu bükmüş bir çiçek. Dikkatli bakınca taç yapraklarının kırmızısının siyah döllenme tozluklarına yansıdığını görüyorsunuz. Klasik hoş bir poz.

İkinci portre pembe ve kırmızı arası renkteki bir çiçeğe ait. Arka planda Kuzey Işıklarını andıran renklerle gelen bir ışıma güzel bir hava katıyor.

İşte bu noktada, en başta kulağımızı büken ‘Ateşle oynama!’ uyarısına karşı dikleniyorum. Allah Allah! Salt kırmızı diye, tutkuyla, severek yaptığımız şeylerin getirdiği güzellikler neden tehlikeli oluyormuş?

Aşağıdaki fotoğrafta taç yapraklar kendilerini bırakmışlar, yayılmışlar. Ortalarında da keyifli olduklarını düşünmek istediğim bir kalabalık. Baharın gelişini kutluyor olsunlar!

Sona doğru yaklaşıyoruz. Hışşş, gözdelerimden biri geliyor. Biraz heyecanlanıyorum.

Sembolizm akımında, doğa sanki bir tül perdenin ardından ve yarı aydınlık görüntülerle yansıtılır ya, benim bu fotoğraf serisi de biraz öyle oldu. Yukarıdaki fotoğraf da serinin temsilcisi gibi. Fotoğrafın yarı karanlık havasına bakıp onu Turgut Uyar’ın Herkesin Bir Gideni Vardır şiirine arka fon yapabilirim.

Herkesin

Bir umudu vardır,

Bir savaşı,

Bir kaybedişi,

Bir acısı,

Bir yalnızlığı,

Bir hüznü…

Çünkü herkesin bir gideni vardır…

İçinden bir türlü uğurlayamadığı…

 

Ama bu fotoğraf bir hüznün fotoğrafı olmasın, umudun olsun. Sevdiğim bir deyişi araya katıvereyim: Bir tökezleme bazan bir düşüşü önler. Fotoğrafın bir köşesine çöreklenmiş karanlığı, kahve falı okurcasına, şöyle dağıtıyorum: ‘Bir yerden ışık alıyorsun, içindeki karanlığı atacaksın ve aydınlığa çıkacaksın’.

Son fotoğraf ve son söz …

İçindeki ateşi canlı tut, hayallerinden vazgeçme!

 

Not: Özlem şiirlerinden bir demet sunan, Behçet Necatigil’in ve Turgut Uyar’ın yukarıda yer verdiğim şiirlerini bana tanıtan aşağıdaki bağlantı şiir severlerin ilgisini çekebilir.

https://onedio.com/haber/kalemlerinden-duygu-akan-sairlerimizin-ozlemi-en-iyi-anlatan-15-siiri-609554

Erken hasat

Güneş ilkbahar provalarına başladıysa da Orhan Veli’yi mahveden güzel havalara kavuşamadık henüz, içimize kuş cıvıltıları dolmadı daha. Güneşin ara ara göz kırptığı birkaç gün içinde erken hasat çiçeklerin peşine düştüm. Sadece adlarını bile söylesem kıskanırsınız: dağ lalesi, ikiz çiğdem, yer çiğdemi, Manisa lalesi, lale kadar  nilüfere de benzeyen Tulipa kaufmanniana … Bakalım bu güzeller sizleri etkileyebilecekler mi?

Bu çiçek İkiz Çiğdem. hemen ikizini bulmalıyım…

Çiçekler bir şölen yaşamda,

Renklerin en büyük orkestrası..

Dursuz-duraksız çalar her insanda

Sevinci …

Özdemir Asaf’ın ‘Çiçek Senfonisi’ şiiri, bir renk orkestrası olan çiçeklerin ‘aldanı, ölüm ve yası’ da çaldıklarını söylüyor. Ama az sayıdaki erken hasat güzeli –erken hasat beşlisi diyelim onlara- bana sadece sevinci çaldılar. Dikkatli olanlarınız ‘Sen bize Çiçek Senfonisini daha önce de dinletmiştin kardeşim’ diyebilir. Orkestra yenilendi kardeşim!

Yukarıdaki fotoğrafa bakınca şöyle düşünüyorum: Bu çiğdemin fotoğrafı değil, çiğdemin renklerinin fotoğrafı; renkler daha hareket halindeler – ateşteki bir yemek gibiler – daha çiçek son halini almamış!

‘Tamam, sakinleş’ diyeceksiniz, ama açıklayabilirim. Ünlü bir İngiliz fotoğrafçı, Bill Brandt, demiş ki: ‘Fotoğrafçının görevi diğer çoğu insandan daha yoğun bir gözlemci olmaktır. Dünyaya ilk kez bakan çocuk gibi ya da yabancı bir ülkeye ayak basan bir gezgin gibi olmalıdır.’ Mevsimler gelmiş geçmiş, yollarını beklediğim çiçekler göz alıcı renklerle yine çıkagelmişler. Heyecanım hoşgörülsün.

Bu arada Santayana’nın bir sözünü not almışım. ‘Doğanın kalıcılığı tek sunma şekli tekrardır’ demiş. Güzel demiş.

Sırada dağ laleleri var. Küçücükler, yaklaşmam gerekiyor. İçlerinden birini gözüme kestirip, diyaframı sonuna kadar açıyorum.

İşte benim tarzım bu. Kahramanım net çıksın, yardımcı oyuncular da renk katsınlar ama rol çalmasınlar! Aslında arkalarına bir siyah kadife veya müslin bir kumaş koyabilsem olsa değişik bir hava katabilir. Bunu da ‘yapılacak işler’ listeme yazayım.

Sırada bir lale fotoğrafı var. Türünün bilimsel adı Tulipa kaufmanniana. Nilüfere de benzediği için Nilüfer lalesi olarak da anıldığı olurmuş. Olabildiğince net çekmeye çalışıyorum. Gerçekten de farklı bir güzelliği var.

Manisa laleleri … Bu defa kırmızı renkleriyle gözümü aldılar. Öndekinde renk ve ayrıntıları yakalamış gibiyim, arka planda hayal meyal dalgalanan bir ikincisi var.

Aşağıda, favorilerimden biri sizi bekliyor. ‘Yüzüne dikkatle bakayım’ diyebileceğiniz bir çiçek de var, anılarınızdan, rüyalarınızdan kopup gelen bir başkası da. Arka planda pastele yakın suluboya renkler.

Fotoğraf ile yağlı boya tablo arasındaki tampon bölgede kararsız kalmış …

Güneş bulutların arasına girip çıkarken çekmeye devam ediyorum. Şu gelene bakın …

Sanki kara bulutlar gelmiş dayanmış, fotoğrafta rüzgarı duyumsuyorsunuz, izleri belli. Sağdaki çiçek güneşi ucu ucuna yakalamış, yaprakları güneş ışığıyla dolmuş. Geçenlerde bir kenara not ettiğim Japonca kelimeyi hatırlamaya çalışıyorum. Aradım, buldum: Komorebi. Japonlar bu tek sözcükle güneş ışığının yapraklardan süzülmesini anlatıyorlar.

Önceki fotoğrafın dinginliğine kıyasla bu fotoğrafta bir hareketlilik, bir dram havası var. Başroldeki çiçek hareketsiz, güneşi süzüyor, diğerlerinde bir telaş var.

Her çıkışın bir de inişi var. Fırtına sonrasında, dingin, huzurlu ve güzel bir nergis fotoğrafı ile kapanışı yapalım.

Önümüzdeki günlerde artık daha fazla güneş, daha çok çiçek ve bahar yağmurlarını bekleyebilirim.